
Âlemlerin Rabbi olan Allah Te‘âlâ, ruhlar âleminde Âdemoğullarından söz almış ve bu söz karşılığında vaadde bulunmuştur. O’nun vaadi hiç şüphesiz haktır! Nitekim Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Bedir Gazvesi’nde öldürülen müşriklerin atıldığı kuyunun başına gelmiş ve: “Ey kuyuya atılanlar!” diyerek seslendikten sonra, öldürülenleri babalarının isimleri ve künyeleriyle tek tek sayıp hitâbına şöyle devam etmiştir: “Sizler peygamberinize karşı ne kötü bir topluluktunuz! Sizler beni yalanladınız, başkaları ise beni tasdîk edip doğruladılar. Siz beni yurdumdan çıkardınız, başkaları ise bana kucak açtılar. Siz benimle çarpıştınız, başkaları ise bana yardım ettiler. Şimdi Rabbinizin vaad etmiş olduğu azâbı gerçekleşmiş buldunuz mu? Ben, Rabbimin bana vaad etmiş olduğu zaferi gerçekleşmiş buldum.”[1]
Rasûl-i Zîşân (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), nakletmiş olduğumuz seslenişiyle, kullardan alınan mîsâkı, tebliğ hakikatini ve Allah Te‘âlâ’nın, kâfirlere yönelik tehdidini hatırlatmıştır. Allah Te‘âlâ ile mü’minler arasında gerçekleşmiş olan îmân akdi, O’nun emirlerine imtisâl ve nehiylerine inkıyâdı icap ettirir. Nitekim zekât vermeyenlere yönelik tehditler de bu açıdan dikkate alınmalıdır.
Bu itibarla, îmân eden, mükellefiyet şartları yerine geldiği takdirde zekâtını ve fıtır sadakasını ödeyeceğine dair söz vermiş olmaktadır. Zira zekât ibâdetinin, İslâm’ın beş esasından biri olduğu Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) tarafından şöyle ifade buyurulmuştur: “İslâm dini beş esas üzerine kurulmuştur: Allah (Celle Celâluhû)dan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, Allah (Celle Celâluhû)nun rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, hacca gitmek ve ramazân orucunu tutmak.”[2]
Zekât ve Fıtır Sadakası Emânettir
Bu esasların ehemmiyetini kavramış bir mü’min, mâlik olduğu maldan vermesi gereken zekât ve fitre miktarının başkasının hakkı olduğu, dolayısıyla kendisinde emânet bulunduğu hakikatinin bilincindedir. Nefs ve şeytanın engellemelerine rağmen, vakti geldiğinde zekât ve fıtır sadakasını verenler, yani verdikleri sözde duranlar, Allah Te‘âlâ’nın vaad ve müjdelerine nâil olacaklardır.
Allah Te‘âlâ bu konuyla ilgili vaadini Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle beyân buyurmuştur:
“(Ey
müminler! Kâfirlerle cihâd etme kuvvetini kazanana kadar, gücünüzü aşan
cihâdlara kalkışmayıp, elinizden geleni yapmaya bakın da,) o (farz) namaz(lar)ı dosdoğru kılın, zekâtı da verin! Kendileriniz için hayır(lı olan ibadet ve taatlar)dan ne takdim ederseniz, onu(n ecir ve sevabını) Allâh katında (kat kat fazlasıyla) bulacaksınız. Şüphesiz ki Allâh, sizin yapmakta olduklarınızı (hakkıyla gören bir) Basîr’dir. (Bu yüzden hiçbir kim senin ameli O’nun nezdinde zayi olmaz.)”[3]
Saadet-i Dâreyn Vesilesidir Zekât
Mükellef oldukları mâlî ibâdetleri yerine getirenler, dünya hayatında Müslümanlardan sayılmak gibi bir şerefe nâil olmakla beraber, nifâk duygularından uzaklaşıp ihlâs duygusuna erişirler. Bu vesileyle hem kendileri tezkiye olunur hem de malları kirlerden temizlenir. Zekâtı verilen mal, maddî ve mânevî cihetten korunur, sahibi için hayırlı olur ve bereketlenip artar. Bu hassasiyete sahip mü’minler, âhirette hüzne gark olmaktan ve her türlü sıkıntılardan muhafaza olunup Cennete vâsıl olurlar.